22 Ekim 2011 Cumartesi

Toprak,uğrunda ölen varsa vatandır ...


On Beş Yılı Karşılarken
Kim derdi yarılsın da nihayet yerin altı,
Bir anda dirilsin de şu milyonla karaltı.

Topraklaşan ellerde birer meşale yansın.
Kim der ki şu milyonla adam birden uyansın.

Kim derdi seher yıldızı doğsun da bir evden,
Kaçsın da cehennemler o bir dalma alevden,

Canlansın ışık selleri olsun da o damla
Beş devletin öldürdüğü devlet bir adamla.

Kim der ki en son rakamlar da delirsin.
On beş asır on beş yılın eb'adına girsin.

Dünyaları bir fert evet oynattı yerinden,
Sarsıldı demirler evet azmin demirinden.

Mazi yıkılıp gitti evet fesli, kafesli:
Lâkin bugünün ey granit bünyeli nesli,

Bir şey ele geçmez şerefin sade adından.
Sen arşı bırak, varsa haber ver kanadından.

Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.

Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir,
Tarihi kendin yazıyorsan, eserindir.

Bahsetme bugün sade dünün mucizesinden,
İnsan utanır sonra yarın kendi sesinden.

Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse;
Sen asrını üstünde izin varsa benimse;

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.



Mithat Cemal Kuntay



17 Ekim 2011 Pazartesi

ÖZLÜ SÖZLER KÖŞESİ ( 1 )



Başkasının ayıbından bahsetmek istediğin zaman, kendi nefsinin ayıplerını hatırla.
(Hadis)

Geçmişi dert etmek, yeni dert edinmektir.
(Shakespear)

Cennet cennet dedikleri , bir kaç köşkle bir kaç huri,isteyene ver onları. Bana seni gerek seni.
(Yunus Emre)

Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın.
(Victor Hugo)

Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım
başım göğe ererdi.
( İmam-ı Azam )


İstediğini söyleyen kişi, istemediğini işitir.
(Atasözü)

Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa orada güneş batıyor demektir.
(Çin Atasözü)

Olgun insan, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen insandır.
(Konfüçyus)

Cesaret insanı zafere,kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür.
(Yavuz Sultan Selim)

İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.
(Montaigne)

Az düşünen çok konuşur.
(İsviçre Atasözü)

Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızla çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.
(Don Herold)

Silgi kullanmadan resim çizme sanatına hayat denilmektedir.
(John Christian)

En iyi nasihat; iyi örnek olmaktır.
( Malcolm X )

Bencillik dostluğun zehiridir.
(Balzac)


14 Ekim 2011 Cuma

Çorabını Değiştirmeye Mecali Olmayan Adamın Neyine Dünyayı Değiştirmek!

İnsanların tarihe nam salması ne derece müthiş bir olaydır ve bu işi kısa zamanda becerebilenler naçizane benim nazarımda "dahi" grubunda toplanır. 35 yaşında göçmüş, aynı dünyada aynı oksijeni tattığımız Mozart'ı tek bir eserini bilmese de nenelerimiz bile tanır. Yine merhum orta yaş delikanlılarından Steve Jobs şu satırları yazmamızın, okumamızın mimarlarındandır. Diyebiliriz ki Mozart'tan farkı nenelerimizin tanımaması olabilir, ancak dünyamızı siyah kazağı, mavi pantolonu ve yarım bir elma ile değiştirmek onu kahraman bir dahi yapar ve yapmıştır da. Bu mevzu çok makro ve seçici bir mesele olması yanında mikro ortamlarda da benzerlerini yaşarız. Makro dedik mikro dedik kafaya hafif anasonu verdik geçelim mevzuya.

Benim bloğumu açmam babamın öldüğü güne dayanır. Normal değildir. Babası ölen insan ağlar, perişan olur bacım gibi gider 3 gün yemek yemez. Rengi portakal sarısının az açığına çalıncaya kadar, ruhiyet-i hali kulak memesi kıvamına gelinceye kadar bunalım yaşar, sonra girdiği o karanlık dünyadan ruhi bir güçlenme, keskin bıçaklar gibi boktan gidişata göğüs gerecek kadar cesaretle çıkar. Oturup blog açıp yazı yazmaz, ilk yazımız kanatlanmış olsa da, sonraki yazılarımızda sık sık babamdan bahsetmişliğim, ağzından yazmışlığım, onu yaşıyor görmüşlüğüm vardır. Bu da benim bunalımım olabilir ve o karanlıktan çıkışımın yazısı da bu olabilir bittabi.

Babamın gençlik ideallerinin ufacığını fotoğraflar anlatırdı. Faşist diye atıldığı 2 üniversite, yüksek öğretim men cezası  ve 25 sene sonra aldığı af sonrası 3. üniversitesini kazanması dışında kendisinin neler yaşadığının çok büyük kısmını "yakinlerden ölen insanlar arkasından anlatılan anılar" serisinden öğrendim. Anladığım kadarıyla bizim peder kendini tam bir "mal" gösterebilecek kadar dahiymiş. Hayatının hatası için üzülerek annemle evliliğini işaret edeceğim. Bakın annemi kötülemiyorum, kötülemem de. Ancak insanların "birbirine denk olma" durumu faşist babam için kendisine bir zeval gelmesinden korkan aile eşrafı tarafından "görücü usulü" bombasıyla havaya uçurulmuş. Bilmem kaç bin kitap okumuş bir insanın Ömer Seyfettin'i tanımayan biriyle evlenmesi çocukluğunu eve muhkem bir durum olmadıkça gelmeyen babasını görmeden geçiren bir nesile teslim eder ki mevzu bahis neslin azımsanmayacak kadar çok olduğunu düşünürsek, toplumun kolonlarından "aile" yapısının alt üst olmasında yegane sebebinin birbirlerini her müsait mekan ve zamanda düdükleyenleri konu alan berdüş dizilerin olmadığını görürüz. Hayata bakış açıları benzer, birbirlerini anlayan, dinleyen ailelerde 15 sene kocası öksüren bir eş, kocasına üst kat komşusunun aldığı son model çamaşır makinesini değil, göğüs hastalıkları hastanesini gösterir. Kader tarafından baktığımızda vadenin geldiği günü değiştirmeyecek bile olsa, daha sağlıklı ve geleceğini gören evlatların yetişmesine vesile olabileceğini ve kader mekanizmasının bu varsayıma karşı çıkmayacağı görüşündeyim ki bu da bir varsayım.

Babam gibi bir adam olmak isterdim, onun yetiştirdiği gibi kendimi yetiştirmek ve hatalarını kendime ders ederek dünyayı değiştirebilecek bir insan olabilirdim. Ancak dünyaya "tavuk-yumurta-civciv" paradoksuna benzer çakma paradokslar yaratmak dışında esaslı bir katkım, hiç değilse inşası süren bir yapıya koyduğum tek bir taş olmadı. 

Bir ton işle uğraşınız varsa aslında hiçbiriyle uğraşmıyorsunuz demektir. Aslı şu olmalıdır; Bir ensturman mı çalacaksın o zaman onu çal herkes dinlesin, inşaat mühendisi mi olacaksın o zaman öyle bir bina yap ki hamile kadınların canı kireç çektiğinde duvarlarını yalamaya kıyamasınlar, şarkıcı mı olacaksın o zaman onu öyle bir söyle ki seni dinleyen kendisini jiletlemekle yetinmesin yanındakini de jiletlesin, yazı mı yazacaksın, o zaman yaz Ahmet Hakan bile okusun, iç geçirsin. Yaptığın işte en iyi olduktan sonra kendini beğenmek en meşru hak olur; kendini beğen, arkandan siktir çekilsin, Meyve ver taşlan düşen elmanın da yarısını ısır "benim yarım elmamı yiyin taam mı!" diye de atarın olsun. İnsanlar sırf sevmesi için mütevazilik göstermek sanal bir sevgi yaratır, insanın sevilmesi için yapması gereken ilk iş kendini sevmesi ve kendine güvenmesi olmalıdır. 

Ben hayatımda tuttuğum hiçbir işi aslında yapamamış bir adamım. Şu yazıyı yazıyorum mesela her kelime bir öncekinin gayri meşru çocuğu. Cümleler piç haliyle. Bırak yazı dediğini Ahmet Hakan yazsın, sen becerebildiğine git dedim sürüce kez, mamafih piç cümleler kurmayı bırakmayı bile başaramadım. Her küfür ettiğim imkan ve şeraitten affımı dilerim. Aynı hayatı sürdüğüm hatta daha kötüsünde olup dünyaya parmak atan arkadaşlarım var benim, bu da mikro ölçekte onları "dahi" pek tabi beni "mal" yapar. 

*Steve Jobs yaşarken kıymeti bilinen ender adamlardandı kendisine rahmet diliyorum, ancak mezarına neden herkes ısırdığı elmayı bırakıyor anlamış değilim, acaba yarım elmayla onu mu demek istedi?
*Mozart dedim ama ben Beethoven hayranıyım özellikle de 9. senfoniyi yazan ellerini, duymayan kulaklarını yiğerim ben onun!
*Babamı artık sadece özlemiyorum. Özlemek, onun için çalışmak kadar insanı hayırlı evlat yapmıyor.
*Bu satırlarla dörttür Ahmet Hakan lafzı kullandım. Okumadığını bildiğimden rahatça atıp tutuyorum bu da Ahmet Hakan'ın bu satırları okumamasının güzel yönü.
*Kocakulaklı bir maldan ayrıntılı nameler dinlediniz, saygılar.

10 Ekim 2011 Pazartesi

BLOGSPOT.COM - İÇİMDEKİ BLOGGER ...


          Blogspotun geçici olarak da olsa kapatılması,  galiba bende çok derin bir iz bıraktı. Bugünlerde daha iyi anlıyorum. Kumanda paneline ulaşıncaya kadar içimde ki heyecan hep panelin açılırken birden yavaşlamasıyla, gittim bak tekrar gidecem dermiş gibi bana bakmasını hazmedemiyorum.

         Herhalde , artık bu yüzden dört elle sarılamıyorum Blogspot'a. Yarın birşey olacak da tekrar kapatacaklarmış gibi bir his hasıl oluyor sürekli bende. Bu nedenledir ki, daha yazınsal değeri yüksek yazılar yazmaya çalışmak bazen bir zaman kaybıymış gibi hisediyorum.

Aslında kendim için yazıyorum. Kimseye verilecek hesabım yok çok şükür ! Lakin  artık bir şeyler eksikmiş gibi bir tat gelmeye başladı yüreğime. İşte bu nedenle blog yazmaya son veriyorum diye bir cümle kullanmayacağım. Böyle birşey hiç aklımdan geçmedi. İnşallah bundan sonrada geçmez,  zihnimin  bile en ucra köşesinden.

Sanırsam , ben bu yazıyı  rahatlamak için yazdım. Ya da bu konuda siz ne düşünüyorsunuz diye merak ederek yazdım. Tabi ki bu konuyu daha önce tekrar tekrar masaya yatırdık ama üzerinden zaman geçmesine rağmen yine de böyle bir düşünceye benim gibi kapılıyor musunuz?  Sadece bunu bilmek ve sizden duymak istedim.

Tabi ki ilk blog yazmaya başladığımız hevesi,acemiliğin getirdiği tadı, keşfetme arzusunu haliyle kaybettik bununda etkisi var bunda biliyorum . Zaman geçiyor biz istesekte ,  istemesekte ...

Ama birşeyler sırf bu belirttiğim sebebten dolayı, yazma şevkimi sekteye uğratıyor. Bir ben miyim bunu yaşıyan? yoksa ben panik atak felan mı oluyorum :))
 Nerde eski bayramlar diyen büyüklerimiz  gibi oldum dime . Nerde eski Blogspotlar ...





Not:  SEvgili dostlarım,  bundan sonra blog sayfamda ,  bir veya iki günde bir özlü sözler yayınlamayı düşünüyorum.   Sözün Özü - Özlü Sözler köşesi yapmayı düşünüyorum umarım beğenirsiniz.  Ne zaman  Özlü sözler biter bende köşeyi kapatırım olmam mı ?
SEvgiyle kalınız ...

2 Ekim 2011 Pazar

YETKİLİ ...

Görevi olmayan nice görevliler vardı, benim bu güzel memleketimde.
Görev kelimesinin sözlükte bir çok anlamı vardır.Keza bu kelimeden türetilen görev kelimesinin de. Ama nerde? kağıt üzerinde ...
Biz kurumsalız diye geçinen nice sektörün dev firmaları meğerse dışardan çok janjanlı geliyormuş. İçine girdiğinizde hepsi birbirinin aynı rengi.  
Bu sıralar görev dağılımına, kurumsal statüye , ve özellikle şişirme ünvanlara fena takmış durumdayım  dostlar. Ne o kardeşim bu şişirme içi boş ünvanlar! Biri der , genel kordinatörüm digeri süpervisör,biri kurumsal bilmem ne stratejisti  ? felancası bölge operasyon uzmanı. Gören sanacak kıtaları onlar keşfediyor.

Hepsinin kartvisitinde ad ve soyadından uzundur görev tanımı. Kurumsal firmalarda daha önce çalışmış biri olarak hiç hazetmedim bu durumdan. Boynuna astığın kartta veya şirket işleyiş şemasındaki konumun çok önemli olmamalı senin hayatında. Nasıl bir görev etiketi yapıştırılıyorsa bu kurumlarda insanlara. Mikroçip takılı insan gibi iş dışındaki hayatında da kendini öyle görüyor bazıları. Bizim mahalledeki yetkili servisten ne farkın var senin alasen ? Hem çağırdın mı ? Anında yetişiyor yetkili servisimiz imdadımıza. Evime kadar gelip yetkisini esirgemeden kullanıyor. Ya sen ? Oturduğun yerden kaba etlerini büyütüyorsun sadece. Yok yok böyle olmamalı yetkilim senin yetkin!  Emrine verilmiş insanlar olabilir ama sende birşeyler yapmalısın.  Emir demiri bir yere kadar keser.
Sürünün başındaki çobandan bir farkın yoksa eğer, ünvanım var diye böbürlenmiceksin. En son çalıştığım kurumsal firmada şirket görev şemasına bakıp bakıp uzun uzun düşündükten sonra , ertesi hafta istifa etmiştim.
Kişisel kanatim şudur ki; Büyük şirketlerde,kurumlarda sırdanlaşmaktansa , küçük bir işletmede öenmli bir kişi olacaksın.

Hep kendi kendimize deriz ya : '' Kendi işinin patronu olmalı insan'' ne güzel bir şey değil mi?  Kendi kuralını kendin belirlersin. Ne bir kurumsal unvan  bulmaya ihtiyacın olur nede izin alırken birine hesap vermeye .
Yıllardır kendi işimi kurmanın telaşında bir insan olarak, her gün yeni fikirleri masaya yatırırım. Kimi mantıklı bulurum kimini saçma. Bazen de net sermaye ihtiyacını karşılayamadığımdan vazgeçerim. 

Sözün Özü, hayatta yetki dağılımdan ,kof ünvanlardan daha önemli şeyler var. onların peşinden koşmak bana daha cazip geliyor . Tabi sizin bilmem?  İnsan  bi ömür mutluluğu için; eşini,işini iyi seçmeliyse eğer. Ne gerek var üç günlük dünyada bu kadar yetki kargaşasına ? ...





1 Ekim 2011 Cumartesi

MÜSAİT BİR YERDE ...


Müsaitmisiniz size gelicez ?
Müsaitsen görüşelim ?
Kalbin müsaitse girebilir miyim? 
Müsait bir  yerde inebilir miyim?
Şu an müsait değilim !



Bu klişe sözleri niye yazdım? Bilmiyorum :)) Ama bir şey var ki; bir işin layıkı ile yapılabilmesi için tarafların bir müsait yerde ve zamanda uzlaşması gerekiyormuş bunu şimdilerde daha iyi anladım.

  Geçen gün bir minibüse bindim ( böyle mi yazılıyordu bu araç? ) neyse  hanımefendinin biri '' Şöför Bey müsait bir yerde dururmusunuz? incem ''  dedi.
Aman demez olaydı, şöför aldı bu zatı-muhteremi yüz metre ileride indirdi. Sonra koptu kıyamet. Bayan ; '' Ben size müsait bir yerde indirin diyorum siz beni nerede indiriyorsunuz ! '' dedi.

Şöför Bey Amca ; '' Müsait bir yerde dediniz evet doğru,  ama kime göre müsait bir yerde durmalıyım? Size göre her yer müsait olabilir ama bana göre 100 metre ilerisi daha müsaitti izin için, o yüzden sizi orda indirdim buyrun inebilirsiniz. ''dedi.

Nasıl bir gülmem geldi o an anlatamam size. Hatta taraflar tartışırken ben sesli sesli gülmeye başlamıştım. İkisi bir olup bana dalacaklar sandım bi an :))

Bizim semtin şöförleri aristokrattır biraz. Helenistik dönemin son zamanında , semtin son minibüs durağında, elini başına yaslayarak düşünce üretmeye bayılırlar.Varoluşumuz, dünyanın şekli yapısı ve etik ahlak üzerine birbiriyle şiddetli tartışmalara girdiğine tüm mahale şahit olmuştur.

Evet gelelim müsait olmak kavramına ? Soran kişinin kim olduğu burda çok önemlidir. Sizin için önemsiz biriyse bunu soran, siz hep meşgul birisinizdir hiçbir zaman zaman ayıramazsınız o kişiye.

Keşke,  sevgi , aşk gibi önemli gönül meselelerinde , karşı tarafın ilgisi ,  hep müsait olsa bizim için.  Aradığımız zaman hep müsait olsa , kalbi hep bize müsait yerde atsa. İster 100 metre ileriden ister 100 kalp atışı geriden...
Yeter ki , bizim için atsın ,  gerisi ne fark eder ?